Günlerdir, 4+4+4 formülü ile özetlenen eğitim sistemi ve onun üç bilinmeyenli denklemi tartışılıyor.
İşin garibi en çok bağıranlar sistemin sözcülüğü için çırpınan diğer partiler. Sanki onlar egemen sistemin iktidar tahtına oturdukları zamanlarda halkları, inançları, düşünceleri yaşamdan düşüren projeler üretmemişler gibi konuşuyorlar. Oysa biz onların, sözcülüğünü yaptıkları sistemin egemenlik tahtına oturmak için geçmişte de nasıl kavga ettiklerini, başa geçtiklerinde de gideni nasıl arattıklarını gördük. Bu nedenle onların bütün kavgalarının insanlığın iyiliği için olmadığını, iki cepçinin sahte kavgası gibi araya girenlerin cüzdanlarını çarpmak için olduğunu biliyoruz.
Çünkü sistemini, emek sömürüsü ve hırsızlığı üzerine kurmuş olan bu egemenlerin binlerce yıldır dünyayı babalarının tarlaları gibi nasıl bölüp aralarında paylaştıklarını, çizdikleri sınırları ve o sınırlara diktikleri bayrakları ayetlerle nasıl kutsadıklarını, yeryüzünün tanrıları gibi dünyayı kendileri için cennete, diğerleri için cehenneme nasıl çevirdiklerini, kendi çıkarlarının iyiliği için insanlığa şiddeti dayatıp çıkardıkları savaşlarla dünyayı ölüm tarlalarına nasıl çevirdiklerini biliyoruz.
Şimdi onlar ne için kavga ederlerse etsinler, hangi cümleleri kurarlarsa kursunlar sözcüsü oldukları sistemin günahlarıyla dünyayı biraz daha kirletmekten başka bir şey yapamazlar.
Kendi sistemlerinin çöplüğünde besledikleri yalancı, hilekar ve şantajcı basın tekelleriyle istedikleri kadar insanlığın algılarını iğdiş ederek üretkenlikten düşürüp ezbere boğmaya çalışsınlar; insanlık, doğanın kendileri için yaşam dağarcığına koyduğu hazineleri bir gün bulup sahip çıkacaktır.
Onların geçmişten bugüne eğitimle ilgili yaptıkları tartışmalardan bir iyilik çıksaydı eğer, resmi ideolojinin ötekileştirdiği inanç ve kimliklerin çocuklarına her sabah ‘ne mutlu Türküm diyene, varlığım Türk varlığına armağan olsun’ dedirtilir miydi, daha yolun başında o çocukların yaşamları itibarsızlaştırılıp hiçleştirilerek düşürülür müydü?
Ben öteki değilim, ben de insanım, benim de haklarım var, benim de adalete, benim de özgürlüğe ihtiyacım var, ben de adımla çağrılmak istiyorum diyen çocukların, insanlık dışı işkencelerle, tecavüzlerle ruhları kirletilir miydi?
Onlar, bütün iyilikleri tarlasının sınırında bitiren ‘köylü’ gibidirler. Her tartışmada, her iktidar yarışında ‘çocuklarımız, çocuklarımızın fırsat eşitliği ve güzel geleceği’ dediklerine bakmayın. Onların sözünü ettikleri çocuklar, doğanın bahçesinde özgürce yeşerip büyüyen çocuklar değil, sistemin sofrasına koymak üzere tarlalarında yetiştirdikleri patateslerle bir tuttukları çocuklardır. İdeolojilerinin geleceği için yetiştirmeye çalıştıkları neferlerdir.
Resmi ideolojinin sınırlarını koyup, kurallarını belirlediği cumhuriyetin doksan yıllı aşan tarihinde hayata geçirdikleri hiçbir eğitim sisteminin insanlığın iyiliği için olmadığını bütün ötekiler acılarını yaşayarak gördüler.
Şimdi onlar hangi sistemi tartışırlarsa tartışsınlar, biz onların hayatımızı kahreden üç tadını yani üç beyazını, köprübaşını tuttukları inançlarının, eğitimlerinin, güvenlik ve adaletlerinin imamlarını, öğretmenlerini, polis ve yargıçlarını biliyoruz.
—ooo—
Egemenlerin, daha fazlası için bataklığa çevirdiği turizmin bir yerinde 2007’de tanıdım Hasanı.
İngilizceyi, Almancayı, Fransızcayı ana dili gibi konuşuyordu. Türkçeyi de dolu bir bilgi dağarcığıyla çok düzgün kullanıyordu. Ben onun üniversite dahil bütün eğitim süreçlerini başarıyla tamamlayıp bu noktaya geldiğini sanmıştım. Türkçeyi ilkokula başlarken öğrendiğini, ilkokuldan sonra okumadığını, ayakkabı boyayarak, sahillerde su satarak yaşamaya çalıştığını ve gördüğüm bu olağanüstü haline dişleriyle, tırnaklarıyla geldiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Hasanın hikayesini dinledikten sonra egemenlerin hiçbir sistemlerinin, hiçbir kavgalarının doğanın insanın dağarcığına koyduğu inanca hakim olmaya, galip gelmeye gücünün yetmeyeceğini gördüm.
Vermek yerine almak, yaşatmak yerine yakmak, yıkmak üzerine kurgulanan devletin göçleri günün birinde köylerini onlarla birlikte yakmaya gelirler, diğerleri gibi Hasanın ailesi de canlarını kurtarmak için çırılçıplak bir şekilde Eruhtan Alanyayanın bir varoşuna, yolları labirent gibi bir birini yutan gecekonduların arasındaki iki gözlü bir eve sığınırlar.
Hasanın babası iki evlidir. Baba, iki anne, on beş çocuk…
‘Neden okumadın Hasan’ dedim. ‘Yoksulluktan mı, okuldan alacağın eğitimin yararsızlığından mı?’
‘Hayır, hiçbiri değil’ dedi ve anlatmaya başladı.
O anlattıkça ben onun gözlerindeki ışıkta, yüreğindeki inançta kayboldum. Onun dolu dağarcığının karşısında kendi dağarcığımın boşluğundaki utancı, üzerine bağdaş kurduğum kilimin altına sakladım.
‘Hocam, ben Türkçeyi çok erken söktüm, matematik dahil bütün derslerde çok başarılıydım ancak bu başarımın elinden tutması gereken öğretmenim, daha yolun başında, kurduğum ilk cümlede yolumu kesmeye başladı. Boyadığım ayakkabıların siyahı bulaşan ellerime, beyaz tebeşiri alıp karatahtanın karşısına geçmek için büyük bir hevesle koştuğum okuldan her bitiş zilinde ağlayarak yeniden boya teknemin başına döndüm.’
‘Öğretmen, her fırsatta beni, ailemin yaşamını, kimliğimi, kimliğimin törelerini küçük düşürerek tatmin oluyordu. ‘Çağdaş yaşamın’ erdemlerini, benim dünyama vurarak anlatmaya çalışıyordu.’
‘Hemen her gün aynı sorularla beni dünyaya geldiğime pişman ediyordu. ‘Kaç kardeşsiniz, baban kaç evli, nasıl geçiniyorsunuz, sizin evinizde su yok mu, parmaklarının arasındaki o siyah lekeler nedir’ diye sordukça; on beş kardeşiz, babam iki evli, büyüklerim inşaatlarda ve seralarda çalışıyorlar, ben ayakkabı boyuyorum, su satıyorum böyle böyle geçiniyoruz öğretmenim. Bizim evimizde su var, babam günde beş vakit namaz kılıyor, ben ellerimi yıkıyorum ama ayakkabı boyası inatçı olduğu için ellerimden silip atamıyorum öğretmenim dedikçe o, avının şahdamarlarına diş geçirmiş kurt gibi bana can çekiştiriyordu. Dünyamı parçalamaya doymuyordu, o doymadıkça dünya duruyor, arkadaşlarımın gülüşmeleri yaşama dair bütün hayallerimi siliyordu. Dönüp dönüp Atatürk diyordu, çağdaş medeniyet diyordu beni göstererek ırkçı, Türkçü resmi ideolojisinin cehenneme çevirdiği, siyaha boyadığı hayatı, bana, aileme, kimliğime, yaşam tarzıma vurup aklamaya çalışıyordu.
Sonunda hocam, onun durdurduğu dünyadan kaçtım, kendi dünyamı kendim kurdum ve kurduğum bu dünyada büyüyerek bugüne geldim.
Biliyor musun hocam, ben konuştuğumda hiç kimse Kürt olduğuma, Türkçeyi sonradan öğrendiğime inanmıyor. O gün okulda benim aksanıma gülen ve anadilleri Türkçe olanlar arasında zaman zaman tercümanlık bile yapıyorum.
Bir gün çalıştığım mağazaya İstanbullu bir yerli turist geldi, Alanyayı çok beğendiğini burada bir kuyumcu dükkanı açmayı düşündüğünü ve yandaki dükkanı kiralamak istediğini söyledi. Dükkanın sahibi yaşlı bir teyzeydi. İkisini yüz yüze getirdim ve işimin başına döndüm. Bir ara İstanbullu adam beni çağırdı, yaşlı teyzenin ne dediğini anlamadığını, yardım etmemi istedi. Gittim, anadilleri Türkçe olan bu iki insanın tercümanı oldum, kadının Türkçesini İstanbulluya, İstanbullunun Türkçesini kadına tercüme ettim, anlaşmalarını sağladım.’
Alın işte! Hayat denen okulda, doğadaki duaların inancına hangi sistem karşı koyabilir ki… Doğanın dualarındaki inançla ayakta kalan Hasan, inançlardan, bütün dualardan kovulmuş öğretmen…